Dünya Sanat Günü

     
    Ne kadar da klasik bir başlık dimi... Dünya Sanat Günü evet belki de klasik ve klişe olabilir ama asıl olanda ne anlatmak istediği değil mi?
     Sanırım benim için en yoğun ve duygusal günlerden biri 15 Nisan... Birçok insan için pek bir şey ifade etmiyor haklılar, bu ülkede bu kadar sansür, saygısızlık, anlamsızlık diz boyu iken kim, neyi, ne kadar ifade edecekti ki. Bu kadar özgürlük kısıtlayıcı, dikta, nefret ve kin kokan bir ülkede sanattan ne kadar söz edilebilir dimi?
     Aaa birde insanlar gününü, karnını nasıl doyuracağını düşünürken, nasıl bir şeyler üretecekti ki bu liste uzar gider siyasilerin uzun ve boş konuşmaları gibi oldu sanırım neyse...

Tür : Karma Sergi
  
Ayrıntılar : Ege Bölgesi Görsel ve Plastik Sanatlar Derneği

Uluslararası Katılımlı Disiplinler Arası Karma Sergi

     2011 yılında Meksika'nın Guadalajara kentinde yapılan UNESCO A.I.A.P/17. Dünya Sanat Dernekleri Genel Kurulu'nda Türkiye'yi temsil eden UPSD (Uluslararsı Plastik Sanatlar Derneği)'nin önerisiyle, Leonardo da Vinci'nin doğum günü olan 15 Nisan, ‘‘Dünya Sanat Günü'' olarak ilan edilmiş ve ilk olarak 2012 yılında ülkemizde de kutlanmaya başlanmıştır.

     Ege Bölgesi Görsel ve Plastik Sanatlar Derneği, Dünya Sanat Günü dolayısıyla bu yıl üçüncüsünü düzenlediği, Serdar Yörük küratörlüğünde, 107 sanatçının katılımıyla gerçekleşecek resim, heykel, fotoğraf, seramik, tekstil, enstalasyon, video vb. 150'den fazla eserden oluşan seçkiyi sanat severlerle paylaşıyor.

     Bu yıl ki sergide İzmir, İstanbul, Ankara, Bursa, Uşak, Muğla, Mersin, Sakarya, Eskişehir, Konya, Kayseri, Gaziantep, Antalya, Ordu, Hakkari, Bolu gibi illerimizde üretim yapan, ayrıca Japonya, Rusya, Azerbaycan, Mısır, Kosta Rika, İrlanda, Litvanya, Belçika, Almanya, ve İranlı usta, akademisyen ve genç sanatçıların eserlerine yer veriliyor. Sanatın farklı disiplinlerinden üretim yapan, alanlarında yetkin sanatçıların oluşturduğu disiplinlerarası karma sergiye tüm sanat severleri bekliyoruz.

Yer: AASSM Alt, Giriş ve Üst Kat Galeriler

Ziyaret Saatleri
09.00 - 18.00 (Haftaiçi ve cumartesi günleri açık, pazar günleri kapalıdır.)

Giriş ücretsizdir.


‘Dikbaşlılar: Bilimi ve Dünyayı Değiştiren 52 Kadın’


     Longshot Magazine editörü Rachel Swaby’un kaleme aldığı ‘Dikbaşlılar: Bilimi ve Dünyayı Değiştiren 52 Kadın’, Akın Emre Pilgir çevirisiyle Türkçede yayımlandı.

   Farklı dönemlerden, farklı coğrafyalardan gelen 52 kadının, yaşadıkları tüm olumsuzluklara rağmen bilime tutunuşunu anlatan kitap; Virginia Apgar’dan Barbara McClintock’a, Chien-Shiung Wu’dan Sophie Kowalevski’ye, Hedy Lamarr’a, bilimin ışığındaki mücadeleci kadınlara yer veriyor.

Swaby’nin dikbaşlıları bir yandan DNA’nın yapısını çözüyor, doğanın kanunlarını baştan yazıyor ya da yepyeni bir bilim dalı kuruyor; diğer yandan alay ediliyor, görmezden geliniyor ve hakarete uğruyor.

    Karşılaştıkları haksızlıklara, ayrımcılıklara rağmen bilimden vazgeçmeyen, bilim ve dünya tarihinde önemli rol oynayan 52 kadının hikayesi ‘Dikbaşlılar: Bilimi ve Dünyayı Değiştiren 52 Kadın’, Koç Üniversitesi Yayınları etiketiyle raflardaki yerini aldı.

Kendi Söküğünü de Diken Bir Terzi: Coco Chanel

     
     Onun yaşamı Külkedisi gibi başlayan bir masal adeta. Ancak Cinderella gibi saray merdiveninde unuttuğu ayakkabısının ardından prensi bekleyen bir Külkedisi gibi değil, oturup kendine yeni bir camdan ayakkabı yapan; asi, güzel, kimselere müdanası olmayan, kimilerine göre küstah, kimilerine göre hayranlık uyandıran bir kraliçe… Coco Chanel…

Gabrielle Bonheur Chanel

     1983 yılında temizlikçi bir kadının ikinci çocuğu olarak gözlerini dünyaya şanssız açanlardan biri. Göçebe bir yaşamın savurduğu babası Albert Chanel, at arabası ile kasabalardaki pazarları dolaşarak seyyar satıcı olarak çalışır. Küçük kızın doğumundan 7 yıl sonra anne ve babası evlenirler. Bundan 5 yıl sonra da tüberküloz nedeniyle daha yirmi yaşındayken hayata gözlerini yuman anne Jeanne ardında 5 çocuk bırakır.

Genç annenin ölümünün ardından zaten sorumsuz olan babası erkek çocuklarını çalıştırılmak için tarlalara, Gabrielle ve kız kardeşini de Katolik Manastırının yetimhanesine göndererek ortadan kaybolur. Manastırın sıkı ve disiplinli yaşamı onun ruhu için katlanılmaz bir eziyettir. Bu disiplin ve Katolik inancının zorlu koşullarıyla baş etmek zorunda olsa da Gabrielle buna boyun eğmeyecek, kendi istediği hayatı yaşayacak ve ömrünün sonuna kadar ”Yetimhane” sözcüğünü asla ağzına almayacaktır.

Günümüzde insanlar sunulan hayatı sorgulamadan, zorlamadan yaşamayı tercih ederler. Kader denilen çizgide hayatlarının seyrini değiştirmeden ömürlerini sonlandırırlar. Bazıları da çizginin diğer tarafını merak eden, önüne konulanla yetinmeyen, hırsla ya da azmederek arzuladığı yaşam için savaş verenlerdir. Gabrielle de onlardan biri olacaktır.

18 yaşına gelip de artık manastırda kalmak için yeterince büyümüş sayılan Gabrielle eline geçen bu fırsatı kaçırmayarak kardeşini de yanına alıp Katolik kızların kaldığı, Fransa‘nın Aubazine şehrinde bulunan bir eve yerleşir. 6 yıl boyunca dikiş dikmeyi öğrenir. Terzi olarak işe başlamayı kafasına koyan Chanel, içerisinde Fransız Subaylarının kıyafetlerini diken bir terzide işe başlar. Chanel’in çalıştığı terziye sık sık gelip giden Fransız Subaylarının arasında genç subay Etiénne ile tanışır. İlk görüşte etkilenmişlerdir birbirlerinden. Gabrielle isminin unutulup ‘Coco’ oluşu ve aşkı tadacağı ilk isimdir Etiénne…

Tanıştıkları gün Gabrielle’yi Fransız Subaylarının gittiği Cafe Chantant adlı eğlence mekanına davet eder. Genç kız ilk kez böyle bir mekana gelmiştir. Kadınlar, subaylar, kahkahalar ve sahne…

Etiénne, kendisi için bir şarkı söylemesini istemiştir. Zoraki de olsa sahneye çıkan Gabrielle, ”Qui qu’a vu Coco I’Trocadero? ” (Coco’yu Trocadero’da kim gördü?) şarkısını söyleyerek Coco Chanel olarak ilk kez o gece doğar…

     
     O gece kendisini izleyen ve hayran kalan Etiénne Chanel’e birlikte yaşama teklifinde bulunur ama bu bir evlenme teklifi değildir. Chanel için taşradan kurtulmasının kısa yolu olarak karşısındaki bu adamı görmüş ve teklifini kabul etmiştir. Paris civarındaki Royallieu Şatosu’nda boyun eğmek istemediği yaşam bitmiş, yepyeni bir yaşam başlamıştır.

 PIRILTILI BİR HAYAT SAVAŞI…

3 yıl boyunca Etiénne Balsan’ın yanında gösterişli bir hayat sürse de yine de mutsuzdur. Etiénne’nin çiftliğinde sürekli verilen davetler, ağırlanan misafirler Chanel için uygun değildir.

Bir şapka dükkanı açmak ister Coco, sevgilisi her ne kadar bu isteğini saçma olduğunu düşünse de dükkanı açmasına yardımcı olur. Şatafattan çok uzak, son derece sade olan bu şapkalar kimse tarafından beğenilmez.

Çiftlikte yapılan davetlerden birinde Etiénne’nin arkadaşı, İngiliz üst sınıfına mensup, aristokrat bir aileden gelen Arthur ‘Boy’ Chapel de vardır. O gece birbirlerini gören ve çok etkilenen çift arkalarında her şeyi bırakarak Paris’e giderler. Coco, Etiénne’yi terk etmiştir.

Boy Chapel, Chanel’in yapacaklarına çok inanır ve tasarladığı şapkaların tanıtımı için bir balo düzenler. Balonun baş davetlisi Boy’un dostu Kraliçe Viktorya’nın torunu Prenses Victoria Melita’dır. Prenses, Coco’nun yaptığı ilk şapka olan ve bir türlü satamadığı küçük kırmızı şapkayı takar davette. O günden sonra Coco’nun dükkanı müşterilerle dolup taşmaya başlayacaktır.

HOŞUMA GİDEN ŞEYLERİ MODA KILMAK İÇİN DEĞİL, HOŞUMA GİTMEYEN ŞEYLERİ DEMODE KILMAK İÇİN BU MESLEĞİ SEÇTİM.

1910 yılında 21 tane şapka dükkanı olan Chanel’in lüks ve kişiye özel kıyafet tasarımları gelir ve şapkadan kendi markasını çıkarmaya başlar.

Sadeliğin zarafetinden asla vazgeçmiyor. ”Ben zevksizlikten anlarım” diyecek kadar da kendine güvenen Coco, kadınların tüylü, pullu, devasa şapkalarıyla, korseleriyle, kabarık etekleri, dantelli ve şatafatlı kıyafetleriyle alay ederek küçümsüyor .

Farklılığı ilk anlarda çevresindekilere itici gelmiş, daha sonra da ilgilerini çekip kendini kabul ettirmiştir.

Ona hep destek olan Chapel ile uzun süre mutlu zamanlar geçirseler de Chanel’e hiçbir zaman dürüst davranmadı. 9 yıl sonra aristokrat bir İngiliz kadınla evlendi buna rağmen Coco ile bağlarını hiç koparmadı. Boy Chapel’in araba kazasıyla hayatını kaybettiği gün Coco da onu yalnız bırakmadı ve ardından: ”Onun ölümü benim için büyük bir şok oldu. Chapel’i kaybettiğim gün aslında her şeyimi kaybettim. Hayatta gelebilecek tüm mutlulukları da kaybettiğimi söylemek zorundayım” diye bir açıklama yapar.


MODA SOKAKLARA ULAŞMIYORSA MODA DEĞİLDİR.

Kadınlara pantolonu ilk o giydirdi. Matem rengi sayılan, cenaze törenlerinde giyilen siyahı, modanın baş tacı rengi yaptı. Aristokrat İngiliz erkeklerinin giydiği tüvit kumaştan kendi adını taşıyan ve eskimeyen ceketi yarattı. Tiffany’de Kahvaltı filminde rol alan Audrey Hepburn”ün siyah elbiseli ve inci küpeli hali onun eserlerinden biri oldu. Amele gibi güneşlenmesi önce ayıplandı sonra dünya bronzlaşma modasıyla tanıştı, dev bir sektör doğdu.

Sonra erkekler gibi pijamaya benzer pantolonla dolaşması, ayak bileklerini açığa çıkaran etekleri, spor kıyafetleri, plaj giysisi, denizci kıyafetleri, incileri…

Bütün bunları tarzından ödün vermeden giydi, giydirdi…



ATATÜRK’ÜN İSTEĞİ ÜZERİNE TÜRK ASKERLERİNİ DE GİYDİRDİ.

Sadece dünya kadınlarını değil, Türk askerlerini de giydirdi. 1930’lu yıllarda Atatürk, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin üniformalarını Coco Chanel’e tasarlattı. Vizyonunun ne kadar geniş olduğu tartışılmaz olan Komutan’ın isteği üzerine Türk ordusu 1980’lere dek ünlü modacının imzasını taşıyan üniformalar giydi.


MODA GEÇER, STİL KALIR…

1939 yılında II. Dünya Savaşı başladığı sırada Chanel tüm dükkanlarını kapattı. Yalnızca evinde haute couture giysiler dikerek o dönemi geçirdi. Yalnızlık yılları başladı. İsviçre’ye inzivaya çekildi ve bu sessizlik tam on üç yıl sürdü.

On üç yılın sonunda Paris, moda dünyasında fırtınalar estiren Christian Dior’dan bahsediyordu. Bu haberle çekildiği inzivadan çıkan Chanel, Paris’e döndü. Gece gündüz çalışarak yeni modellerini yarattı ve garip bir şekilde Chanel’in yeni modelleri Amerika’da çok tutuldu. Fransız basını tarafından yaşlı bulunsa da Chanel’in şık ve rahat tasarımları sokaklarda yeniden hayat buldu.

Modernlikten ve şıklıktan farklı beklentileri olanları umursamadan moda dünyasında Chanel kendi damgasını çoktan vurmuştu.”Moda geçer, stil kalır” derken günümüze kadar uzanan çizgisi ve ona sadık bir kesim hep olmuştur.

    PAZAR GÜNLERİNDEN HEP NEFRET EDERDİ…

     Aşkta aradığını bulamayan Chanel, kendini işine verdiği günlerde bile hep aile özlemi çekti. Pazar günlerinde şahit  olduğu mutlu aile tablolarını hep çalışarak unutmaya çalıştı.

1971’de 87 yaşında son zamanlarında kaldığı Hotel de Ritz’deki odasında, belki de Tanrı’nın bir kıyağı ile nefret ettiği pazar günü hayata veda etti.

Küçük yaşlarda yaşadığı çaresizlikler, fakirliği ve ezilmişliği yaşayıp bunların acısını kat be kat çıkarabilenlerden…

Yaşarken efsane olan, hayattayken Hollywood‘un onun yaşamını müzikal yaptığı, kitaplara ve filmlere konu olan, hayata hep kafa tutanlardan…

Ailesinden ve geçmişinden asla bahsetmeyen, iş yaşamında erkeklerle bile boy ölçüşen, dünyaya ayak uydurmak yerine kendi dünyasını kuranlardan…
   Sabit dönen bir atlı karıncada olmayı kabul etmeyip, ayaklarını kanatarak nallarını söken vahşi bir atın öyküsü gibi onun yaşamı. Öyküsünü özgürce bitirenlerden biri Coco Chanel…-ALINTIDIR-


Erkeklerin Dünyasında Direnen Bir Kadın Ressam: Rosa Bonheur





















“Modern sanat öncüleri olarak kanona dâhil edilen isimlerin tümü erkektir”

      Büyük ölçüde erkeklerin alanı olan kamusal alana dâhil olan, kendisini erkin dünyasında kabul ettiren bir ressam Rosa Bonheur. Rubens’in çizimlerinden etkilenerek başladığı eskizlerle birlikte, desen ustası babasının desteğini de alarak gerçekçi ve natüralist resimler üretmeye başladı. Kadınların sanat alanına dâhil edilmediği bir dönemde; kendi imkânıyla bir şeyler üretme gayretinde olan biri için, bu durum hiç de kolay değildi. Aristokrasinin yıkılışı ve burjuvazinin yükseldiği bir dönemde kadınların nü resimler yapması, dahası canlı bir nü modelle çalışması yasaktı; bu durum, kadınların akademiye katılmalarına da engeldi. Kadınların çalışmalarının ana temasını, yine sıkıştırıldıkları evlerin odaları oluşturuyordu. Tıpkı, Morısot ve Cassatt’ınki gibi…
Berthe Morisot -Mary Cassatt 
   Sanat akademisinin koşulları, özellikle canlı çıplak modelden çalışmaya verdiği öncelik, saygın kadınları “büyük sanat eseri” yaratmasından mahrum bırakıyordu. Linda nochlin
    Rosa’nın babası Raimond, Saint- Simon derneği üyesiydi ve kadınların özgürleşmesini savunuyordu. Hatta o dönem kadınlar için yasak olan pantolonu, özgürleşme için bir simge haline getirmişti. Yükselen burjuvazi ile birlikte nü’nün yerini doğa resimleri almıştı. babasının fikirlerinden etkilenen Rosa; geleneksel kadın kıyafetlerini çıkardı, saçlarını kısacık kestirdi. Ayağına geçirdiği botlarla dağlarda doğal yaşamı resmetmeye başladı.
     
      Rosa’nın natüralizm anlayışı ve hayvanları kendine özgü karakteriyle verebilmesi dönemin burjuva kesimini oldukça etkiledi.  Ancak onun giyim tarzı dönemin ahlak anlayışına hitap etmediği için, kadınsı olmamakla eleştirildi ve aşağılandı. Eleştirilere verdiği cevapla kadınlara sunulan alanları trajik biçimde anlatmaya çalışsa da, kendisine karşı yüklenen bakış açısını değiştiremedi.“Yani beni böyle giyinmiş görüyorsanız, bu birçok kadının değindiği gibi, ilginç görünmek için değil, işimi kolaylıkla yapabilmek içindir. Unutmayın ki bir dönem bütün günümü mezbahada geçirdiğim oldu. Öyle kan gölü içinde çalışabilmek için insanın kendisini gerçekten sanatına adamış olması gerekir. Ayrıca atlara büyük ilgim var, atları görmek içinde panayıra gidilir, değil mi? Sonuçta kendi cinsimin giysileriyle rahat edemeyeceğimi anladım. İşte bu yüzden Polis Şefliği’nden erkek giysileri giyebilmek için izin istedim.”

     Rosa Bonheur, Seçmek zorunda kaldığı konular yüzünden oldukça kötü şartlarda çalıştı. Popüler beğeniye yönelik ürettiği eserleriyle(hayvan resimleri burjuva kesim arasında popülerdi); Paris Salonu’nun birincilik madalyasını ve Onur Nişanı’nı kazandı. Yaşadığı dönem için bir ilk olan Rosa ödülleri alsa da kendisine dayatılmaya çalışılan Viktoryan Ahlak’ı reddetti.  Kendinden emin ve kararlı tavrıyla, erkeklerin dünyasında var olma savaşını kazandı.   -Alıtıdır-

İstediğin Kadın Olmayacağım Ulan !


   Sana, ona, size inat; dışı anlayış içi maço sürpriz yumurtalara inat; “kadın dediğin”lere, “adam gibi”lere inat; patronluk taslayan sevgililer de dahil tüm patronlara inat; camdan tavanlara, cinsiyetçi meslekçiliğe ve tüm ev işlerine inat; Ben kadınım ulan! Ama senin kafandaki prenses, kraliçe, çiçek; şeytan, orospu, cadı değil; ben kadın gibi kadınım!

     Kamyonum olursa en görünen yerine yazacağım Nora Ephron’un şu sözlerini: “Seçimin ne olursa olsun, ne kadar yol gidersen git; umarım bir hanımefendi olmayı tercih etmezsin. Umarım oralarda kuralları yıkıp az buçuk sorun çıkarabilmenin bir yolunu bulursun. Ve ayrıca umuyorum ki, çıkardığın sorunların bir kısmı da kadınlardan yana olur.”

     “Birey” kelimesi en sevdiğim kelimelerdendir. Bana bir tek olabilmenin, özgür olabilmenin, özgün olabilmenin getirdiği hürlüğü çağrıştırır hep. Birey olabilmek de iplerini kendin dışındakilerin elinden çekip, kendi kendini örebilmektir bana göre.

     Biz; erkeklerin dolayısıyla patriyarkanın, devletin, patronun ve tüm maçoluk simgelerinin bizden istediği gibi giyinerek, konuşarak, yürüyerek, koşarak, gülerek özgür bireyler olamayız. Ne zaman ki bizden beklenilenle tamamen bağımızı koparırız, ne zaman ki çuvaldızı biraz da kendimize batırıp aydınlanmaya başlarız; işte o zaman hesabı, hayatı kendine olan, “bir tek” olabiliriz.

      Bugün yapmanızı rica ettiğim tek şey var: gün içinde kendinizi takip edin.

     Nasıl davranıyorsunuz? Zaman ve mekanın içinde neredesiniz? “Kalabalık” kavramı size kendinize dair neyi anımsatıyor? Başka bir kadın gördüğünüzde nasıl davranışlar sergiliyorsunuz; bakışınız, yanıt verişiniz, gülümsemeniz ne şekilde oluyor?

   Bir kafe de tek başımıza oturduğumuzda bacak bacak üstüne atışımızdan, saçımızın kıvrılış yönüne; dudağımızda ki rujdan, garsona ne cevap verdiğimize kadar her şeyi kontrol etmeye çalışıyoruz. Bunları düşünmek yerine anın tadının, güzelliğinin farkına asla varamıyoruz. Sürekli bir endişe, bir kabul görme vesvesesi içindeyiz. Peki neden?

    Geçenlerde arkadaşlarla muhabbet ederken bir kadın arkadaş gülümseyerek selamladı bizi ve geçip gitti. Bu sabah gülümsemesinin bana verdiği tatlı hissiyatla birlikte gülümseme imecesini devam ettiriyordum ben de. Ta ki beyni maço kendi fitne bir erkek arkadaşın yaptığı hadsiz yoruma kadar: “İşte bütün kızlar böyle olmalı. Verdiğin selamı suratsızca alan kızlar çok itici.”

   Bu arkadaşın memnun olması için ne yapsak yahu? Biz nasıl etsek de bu enayi dümbeleklerinin gönüllerini hoş tutsak hayatımız boyunca?

     Tepeden inme kurallar, toplumdan öğrendiğimiz, kopyaladığımız düşünce ve davranış biçimleri bize gösteriyor ki: attığımız her adımda kendimizi birilerine beğendirme, kabullendirme telaşesi içindeyiz. Peki neden?

NOT: Yazar Sezgi Alçiçek'e ait bir yazıdır. ALINTIDIR.

Kadın Değil Keçiboynuzuyuz

   Ah be kadın ne kadar da güzel dile getirmişsin öyle...

  Sayelerinde çırılçıplak geziyoruz memlekette. Gözlerini, sözlerini eksik etmiyorlar çünkü üzerimizden. Ne kadar giyinsek de fark etmiyor, kafalarında hep çıplağız biz. Kıyafet özgürlüğümüz elimizden alındığı gibi, bedenimiz de bize ait değil.
  Memelerimiz var mesela; ama bizimle alakaları yok. Başbaka’nın şiddetle tavsiye ettiği üzere, doğuracağımız üç çocuk için, kutsal ailenin yapıtaşı, kutsal süt ünitesi onlar. Emzirme sutyeniyle sıkı sıkı korunsun, uslu uslu otursunlar. O kadar! Olur da elbisemizin penceresinden aksilik yapıp görünmeye kalkarlarsa vay hallerine! Elinde kumanda, kanal kanal gezen iktidar partisinin genel başkan yardımcısı düzeyinde muhatap alınıp kovulurlar.
• • •
Vajinamız var mesela; ama vajina dememiz ayıp. Böbrek, dalak gibi bir organ ama Başbakan yardımcısı tarafından yüz kızartan sözcükler listesine alındı. Yumurtalar izin verdiği sürece ayda bir kanıyor, adına regl deniyor ama o da ayıp. Kısık sesle ‘halam geldi’ dememize izin var. Bu eşsiz benzetmenin çıkış noktasını bulmak için geleneklerimizin karanlık dehlizlerine dalmaya hiç niyetim yok. Ama bu regl öyle ayıp bir şey ki, ramazanda toplum içinde yemek yiyen başörtülü kadınlar böylece regl olduklarını ilan etmiş sayıldıkları için, elbette ki bir erkek tarafından kınandı. Başörtülü bir kadın ramazanda oruç tutmuyorsa vajinası kanıyordur çünkü, misal şeker hastası olma ihtimali bu kafa için fazla bilimsel.
• • •
Dudaklarımız var bizim. Kırmızı çok yakışıyor. Ama işte, erkek üzerinde bir kilo keçiboynuzu yemişcesine afrodizyak etkisi yaratabileceğinden, THY’de kurum düzeyinde tartışıldı. Hostes kırmızı ruju sürünce ne olacak, servis yaparken, demli çay isteyen yurdum erkeğinin aktive olan testosteronu, kalbinde meydana getirdiği ritim artışıyla bedenini titretip, sıcak bardağı üzerine dökmesine neden olacak! Kırmızı rujuyla, “içecek ne alırsınız efendim” diyen kadının dudaklarının arasındaki bu büyük tehlikeye “dur” demek elbette yine erkeklerin işi.
• • •
Özgürlüklerimiz için sokağa çıktığımızda, devletin polisi saçımızdan sürükleyip, vura vura kalçamızı kırdığında, adı hatırlanmayan, -aslına bakarsanız gerek de duyulmayan-, Başbakan tarafından “ bir tane ‘kız’ mıdır, ‘kadın’ mıdır artık bilemem” olarak seslendiği insanlarız biz. Ya üzerinden etiketi sökülmemiş yeni bir tişört, ya paketi açılmış eski bir hediye… Çok afedersiniz o yüz kızartan vajinanın içindeki zar da bizim değil elbet, erkeğe sunmakla yükümlü olduğumuz, bize emanet edilmiş hazine o.
• • •
Eşşek gibi çalışırız ama emeğimiz bizim değil. Merdiven altlarında, pencere pervazlarında güvencesiz, üç paraya çalıştırılıp görmezden geliniriz. Kadının yeri evi tabii de, mecburiyet olunca… Gerçi iki ucu kakalı çomak! Kadınlar iş aradığı için işsizliğin yüksek olduğu, bakan düzeyinde ciddiyetle öne sürülmüştü. En iyisi gözden ırak olsunlar, erkeklerin istemeyeceği işleri yapsınlar, bir de çok kazanıp şımarmasınlar. Mazallah kendimize güvenimiz falan gelir, başlarım böyle hayata deyip, çekip gideriz! Gerçi bu asiliğin de çaresine bakılmış. Sokak ortasında öldürülmemizin önünde pek bir engel yok. Cezası, ‘namus temizliği’ne davetiye… Tahrik indirimi memleketin erkeklik haklarının en iyi avukatı.
• • •
Biz varız ama, biz bize ait değiliz. Başbakan düzeyinde dillendirilen kürtaj yasağı, “anası tecavüze uğruyorsa neden çocuk ölsün, anası ölsün,” şeklinde başkent belediye başkanı düzeyinde ve “tecavüze uğrayan doğursun, devlet bakar,” şeklinde de bakan düzeyinde ele alınmış; ancak dibin dibi olarak tanımlanabilecek olan açıklama, görevi insanlığa karşı işlenmiş suçları araştırmak olarak belirlenmiş meclis insan hakları komisyonu başkanından gelmişti. “Tecavüzcü, kürtaj yaptıran tecavüz kurbanından daha masumdur.”
• • •
Onlar, günde beş kadının öldürüldüğü, son on yılda kadın cinayetlerinin yüzde bin dört yüz arttığı memleketimizin iktidar temsilcileri. “Biz karısını kırk yerinden bıçakladıktan sonra sokak ortasında bırakan bir ahlaksız kocayı bu güne kadar duymamıştık” diye şaşıran Bülent Arınç’ın yol arkadaşları. Bugünlerde bir hayadır, iffettir almış yürüyor. Sıfırlanamayan paralarla, kirli ortaklıkla, özgürlüğü ve hayatı yalan dolanla elinden alınmış insanlarla, öldürülen çocuklarla, çekirdek gibi çitlenen işçilerle, tabutu bedeninden ağır çeken Berkin’le, onun acılı anasını yuhalatmakla falan ilgili değil. Mesele kahkaha; ama durum gülünç değil.
• • •
Kadınlar toplum içinde kahkaha atmasın, demek; kadın katillerinin “güldü, tahrik etti, vermedi, öldürdüm” savunmasının temelini oluşturuyor. Bu, komşumuz X efendinin ağzından dökülmüş bir saçmalık olsaydı, karşısına geçip katıla katıla güler, kapısını çalıp “kim o?” dediğinde, vajina der eğlenirdik. Ama değil… Bülent Arınç, AKP’nin kadına bakışını temsilen yaptığı konuşmayla gündemi değiştirmiyor, aksine on iki yıldır hiç değişmeyen kendi gündemlerini hatırlatıyor. Örtülü, örtüsüz bütün kadınların vücudunu, gözleri ve sözleriyle yıllardır çıplaklaştırmaları hiç gülünç değil, aksine çok korkutucu. Haramdan, kıyımdan değil de, vajinadan utanıp kahkahayla irkilen bir zihniyetten ve her gün kadınları hedef alan bu tacizden nasıl kurtulacağız? Asıl soru bu.”

Gözde Bedeloğlu / Kadın değil Keçiboynuzuyuz

Kadın ve Yok Oluş


 Kadının adı: Boushra Almutawakel

 Yemen'li ilk kadın fotoğrafçısı olduğu dışında hakkında pek bilgiye sahip değiliz, aslında olmasına da gerek yok. Yaptığı çalışmlayla adını sıkça duyduğunuza eminim. 

Yayınlamak da geç kaldığım için üzgünüm...








  
    Yemenli fotoğrafçı Boushra Almutavakel'in 'Kadın ve Yok Oluş' adlı çalışması ile sizi başbaşa bırakıyorum.








   





  Bu çalışması için kendi cümlerleri:

“Aynılaştırma/ tektipleştirme yok etmenin en kısa yoludur”





Size bir ülke anlatayım mı?


Bu ülkede 69 yaşındaki A.Ü gibi, yolda sadece adres sorduğunuz torununuz yaşında bir genç tarafından bir barakaya çekilip tecavüz edilebilirsiniz, maaş kartlarınız ve ziynet eşyalarınız çalınabilir..

Bu ülkede 6 yaşındaki Gizem Akdeniz gibi, babanızın kuzeni tarafından defalarca tecavüz edilebilir, öldürülebilirsiniz, cesediniz ormanda bulunabilir. Yaşınızın bir önemi yok, vajinanızın olması yeterlidir erkekleri tatmin edebilmeniz için..

Bu ülkede 21 yaşındaki Fatma Nur Çelik gibi, evinize internet kurmaya gelen birisi tarafından, koli bandı ile bağlanarak tecavüze uğrayabilirsiniz, 2 gün sonra kendi evinizde elleriniz kollarınız bağlı bir şekilde cesediniz bulunabilir.

Bu ülkede 34 yaşındaki E.G. gibi, bıçaklı eski sevgiliniz tarafından eviniz basılıp, saatlerce dayak yedikten sonra üzerinize çullanan hayvanla mücadele sonucunda belki tecavüzden kurtulabilirsiniz. En iyi ihtimalle gasp mağduru olup, telefon ve paranızı kaptırdığınıza şükredebilirsiniz.

Bu ülkede daha 17 aylık N.N.B gibi, 3 tane hayvan tarafından işkence edilip tecavüze uğrayabilir, beyninizde ödem oluşabilir. Tecavüz eden hayvanlar, "Çok neşeli bir bebekti, ne zaman çağırsak kucağımıza oturuyordu" diye ifade verebilirler.
Bu ülkede bunları yaşamak için sadece kadın olmanıza gerek yok, tıpkı 9 yaşındaki G.S. gibi.. 25 kişi tarafından tecavüz edilebilirsiniz. Tecavüz edenler nüfuz sahibi olduğundan hastanelerden çocuk için "Sağlıklıdır" raporu alıp ruh sağlığınız kimsenin önemsediği bir şey olmaktan çıkabilir..

Bu ülkede 20 yaşındaki Özgecan Aslan gibi, arkadaşınızla gezdikten sonra evinize dönerken sadece dolmuştaki son yolcu olduğunuz için, 3 tane hayvan tarafından tecavüz edilebilir, bıçaklanabilir, cesedinizin tanınmaması için yakılabilir ve nehir kenarına atılabilirsiniz..

Bu ülkede giydiğiniz her şeyden tahrik olan ve bu yüzden sizinle kendini tatmin etmeyi kendine hak gören bir zihniyet var.. 
Bu ülkede "Kadınlar iş aradığı için işsizlik yüksek" diye açıklama yapan bakanlar var.. Bak milletvekili demedim, bakan bir de...
Bu ülkede soru soran basın mensubuna söyleyecek laf bulamayıp "kız mıdır kadın mıdır bilmem" diye konuşma yapan bakanların da başı var.

Bu ülkede "Tecavüze uğrayan doğursun, devlet bakar" diyen bakanlar var..

Bu ülkede televizyon programına bağlanıp babanız tarafından tecavüze uğradığınızı söylerseniz babanız komuoyunda mahçup edildiği için ceza indirimi alabilir, hatta beraat edebilir. 
Çünkü bu ülkede yaptığınız her şey, var oluşunuz bile bir "TAHRİK" sebebidir.

Bu ülkede bakire olmayan bir kadına tecavüz ederseniz, bakire olan bir kadına tecavüz etmekten daha az ceza alırsınız.
Bu ülkede eski sevgilinize tecavüz ederseniz, hiç tanımadığınız kadına tecavüz etmekten daha az ceza alırsınız.

Bu ülkede eşinize zaten tecavüz edebilirsiniz, ceza almazsınız.

Kimse tutup da batı ülkesi olarak bahsetmesin Türkiye'den.. 3-5 kurtarılmış bölge dışında Türkiye her türlü ahlaksızlığın yapıldığı, insanlığın hiçe sayıldığı, kadın cinayetleri sayısının artmasıyla halkın durumu kanıksadığı, adaletin kesinlikle olmadığı, yobaz ve cahil bir ortadoğu ülkesidir.
ALINTIDIR

Büyük Ustaya Veda...

  Şu an bu satırları yazmak o kadar zordur ki sevdiğim bir kişiliği, yazarı kaybetmek sadece kitaplarından tanıdım seni ve ...

  Bazı insanlar 'yaşarlar' ve arkalarından iz bırakırlar. Bilge insan sen o kadar büyük izler bıraktın ki arkandan.

Bilge adamın vasiyeti:

  "Bir, benim kitaplarımı okuyan katil olmasın, savaş düşmanı olsun. İki, insanın insanı sömürmesine karşı çıksın. Kimse kimseyi aşağılayamasın. Kimse kimseyi asimile edemesin. İnsanları asimile etmeye can atan devletlere, hükümetlere olanak verilmesin.
"Benim kitaplarımı okuyanlar bilsinler ki, bir kültürü yok edenlerin kendi kültürleri, insanlıkları ellerinden uçmuş gitmiştir.
"Benim kitaplarımı okuyanlar yoksullarla birlik olsunlar, yoksulluk bütün insanlığın utancıdır. Benim kitaplarımı okuyanlar cümle kötülüklerden arınsınlar."

Romeo & Juliet" İstanbul'da

  Ölümsüz aşkın hikayesi ...
  Ve tabi ki gene İstanbul...

 William Shakespeare’in ölümsüz hikayesi bugüne kadar sayısız kez bale, müzikal, tiyatro, film ve opera olarak çok kez sahnelendi. Ama böylesine güzel ve görkemli olanı eşi benzeri yok bence :D Bu klasik eser İtalyan David Zard’ın yapımcılığında görkemli bir gösteri olarak Zorlu Center PSM’de 21 Şubat – 1 Mart tarihleri arasında orijinal dilinde izleyicisiyle buluşacak. 

  Cesur bir prodüktör, çılgın bir yönetmen ve 45 eşsiz oyuncu, dansçı ve akrobat; Shakespeare bile bu kadarını tahmin edemezdi. İtalya'da 8 ay gibi kısa bir sürede 400 bin kişiyi büyüleyen "Romeo&Giulietta, Ama e Cambia II.Mondo" 270'ten fazla benzersiz kostüm, 23 sahne değişimi ve üstün teknolojik altyapısıyla İstanbul'da seyiecisi ile buluşmayı bekliyor. 

Yazan: William Shakespeare
Yapımcı: David Zard
Müzik: Gérard Presgurvic
İtalyanca Uyarlama: Vincenzo Incenzo
Yönetmen: Giuliano Peparini

 Ölümsüz aşkın hikayesine siz de şait olmak isterseniz (bence kaçırmamanız gerekiyor) zaman kaybetmeden http://www.biletix.com yerinizi alın. Şimdiden iyi seyirler olsun :D


Bir Yıldız Daha ...

Gecenin bir yarısı bir haber görürsün ve inanamazsın...

O insanı tanımıyorsun nasıl biridir? karakteri nedir?  hiç bilmezsin ama seversin filmlerinden, başarısından, gülüşünden seversin işte, bağlılık hissedersin, saygı duyarsın her şey karşılıksızdır olması gerektiği gibi.   Sonra o insanın öldüğünü öğrenirsin ve boğazında bir şey düğümlenir kalır orada, yutkunursun ama geçmez nasıl ya bu insan nasıl ölür? nasıl intihardan şüphelenirler anlayamazsın, yakıştıramazsın inanmazsın başka haber yapanlara bakarsın daha da sinirlenirsin:

-Ünlü oyuncu Robin Williams evinde ölü bulundu.
-Robin Williams intihar mı etti? 
-2009 yılında kalp ameliyatı olduğu daha sonra da birkaç kez depresyon tedavisi gördüğü kaydedildi.

Daha bunun gibi bir sürü bir sürü haber var nasıl yakıştırırsınız bu düşüncelerinizi bu insana ... O insan muhteşem bir komedyen, o insan muhteşem bir oyuncu, o insan muhteşem bir baba, o insan muhteşem birr ...

Kalkıp size Robin Williams kimdir? diye anlatmayacağım gidin okuyun kendiniz ya da en iyisi asla unutulmayacağını düşündüğüm filmlerini izleyin !! 

Rahat uyu gözlerinin içi gülen adam... Seni seviyoruz, seni özleyeceğiz.... 

Kadın Sünneti Üzerine Bir Yazı ve İki Kitap


  "Üç yaşında küçük bir kız çocuğuyken bir sabah anneniz sizi apar topar uyandırıp evden çok uzakta kimsenin olmadığı bir araziye götürüyor. Nemrut suratlı yaşlıca bir kadınla buluşuluyor, kadın pis bohçasından paslı bir jilet ya da kırık cam parçası çıkarıyor. Anneniz bacaklarınızı ayırıyor ve sünnetçi kadın klitorisinizi kesip, sadece çişinizi yapabileceğiniz şekilde bir açıklık bırakarak vajinanızı boydan boya hasır bir iple dikiyor. Şanslıysanız, hayatta kalıyorsunuz. Eğer değilseniz kan kaybı veya enfeksiyondan ölüyorsunuz. Afrika’da kadın olmak için bir bedel ödemeniz gerekiyor. Hiçbir şeyden haberinizin olmadığı ve savanlarda hayvanlarla oynayarak geçirdiğiniz mutlu çocukluğunuzun ortasında sizi hiç istemeyeceğiniz bir acıya ve hayatınızın sonuna kadar taşıyacağınız bir yaraya mahkum ediyorlar. Kadın(!) olmak için kadınlığınız elinizden alınıyor. 


Afrika’da ve bazı Ortadoğu ülkelerinde her yıl 3 ila 12 yaş arasında milyonlarca küçük kız çocuğu bu vahşete maruz kalıyor. Genel olarak müslüman Afrika ülkelerinde gözlemlenen bu ritüel, kızlıktan kadınlığa geçmenin ve gerçek bir kadın olmanın değişmez şartı. Erkek egemen toplumun dayattığı, fakat kadınlar arasında sessiz sedasız halledilen bir pratik.Sünnetli kadınlar, hayatları boyunca regl dönemlerinde ve cinsel ilişki sırasında dayanılmaz ağrılar çekiyor. Sünnetsiz kadınlar ise kabilelerine ve soyadlarına ihanet etmiş sayılıyor, dolayısıyla aile tarafından reddediliyorlar. Hayat kadını veya fahişe statüsünde kabul edildikleri için asla evlenemiyor ve her türlü sosyal grubun dışında kalıyorlar. Bu duruma düşmekten ve ‘kirli’ adledilmektense yüzyıllardır anneler, kendi elleriyle küçük kızlarının çığlıklarını duymazdan gelerek onları sünnet ettiriyor. İffetli birer kadın olabilmeleri için.. Peki kadınların sünnet edilmesinin geleneksel nedenlerinin yanında sosyolojik sebepleri de yok mu? Tabii ki var. Sünnetli kadınlar, klitorisleri olmadığı için hiçbir zaman haz duyamıyor. Bu da kadını cinsel açıdan nötralize ediyor ve sadece bebek yapan bir makinaya dönüştürüyor. Ayrıca dikişi genişlememiş veya açılmamış kadının bekareti, dışarıdan bakıldığında kolayca anlaşılıyor. Dolayısıyla bu ritüelin, bir nevi ‘bekaret kontrol mekanizması’ olduğu da söylenilebilir. Yani Türkiye’deki gibi işi şansa bırakmamışlar. Belki kızlık zarı geridedir, esnektir, doğuştan yoktur gibi durumları düşünmelerine gerek bile yok. Kadın dikiliyse, tamamdır.İlk sünnet vakasının milattan önce Mısır’da bir mumya üzerinde gözlemlenmiş olması, geleneğin ne kadar uzun süredir devam ettiğini kanıtlıyor. Yüzyıllardır var olan bu geleneğin İslam’la hiçbir ilgisinin olmadığını söyleyen din adamlarına rağmen, her gün 8 bin kız çocuğu sünnet ediliyor.


Waris Dirie, o kızlardan sadece bir tanesiydi. Somalili Waris, 4 yaşında sünnet edildi ve hayatta kaldı; fakat küçük kız kardeşi onun kadar şanslı değildi. 12 yaşında babası tarafından 3 deve karşılığında 65 yaşında bir adamla evlendirilmek istenince annesinin yardımıyla evden kaçtı. Günlerce yürüdü, çölü aştı ve Somali’nin başkenti Mogadişu’ya ulaştı. Mogadişu’daki akrabaları sayesinde Somali Büyükelçiliği’nde temizlikçi olarak çalışmak üzere İngiltere’ye gitti. Orada çok ünlü bir fotoğrafçı tarafından keşfedilen Waris Dirie, başarılı bir top model oldu fakat içine girdiği görkemli ve parlak hayat mutsuzluğunu gizleyemedi. Waris, artık ‘Afrika’nın çölünden Paris podyumlarına’ başlıklı röportajlar vermek istemiyordu. Anlatmak istiyordu, kadın sünnetinden bahsetmek, tüm dünyaya haykırmak ve bununla savaşmak istiyordu. Bir gün gazeteye verdiği bir röportajda başına gelenleri anlattı. Basında çok büyük yankı uyandıran röportaj sayesinde herkesin Waris’in ve milyonlarca Afrikalı kadının maruz kaldığı bu vahşetten haberi oldu. Daha sonra Waris, kadın sünnetine karşı verdiği mücadeleye odaklanmak istediğini açıklayarak modelliği bıraktı. 1997 yılında BM tarafından Kadın Sünneti Özel Elçisi olarak seçildi. 2002 yılında Desert Flower Foundation’ı (Çöl Çiçeği Vakfı) kurdu. Waris Dirie’nin aynı zamanda kendi yaşam öyküsünü anlattığı 3 kitabı ve bir de Çöl Çiçeği adlı kitabından uyarlanmış, aynı adı taşıyan bir filmi var.

"..Kadın sünneti bir kültür değildir, kadın sünnetinin dinle bir ilgisi yoktur. Bu durum değişmelidir ve değişim bizim ellerimizdedir. Afrika’nın liderleri, çocuklarınız ağlarken siz neredesiniz? .. Afrika Ana sen bize onca varlık, onca doğal zenginlik ve güzellik verdin. Senin gücün ve güzelliğin sonsuza dek yaşayacak. İnsanlar seni hem iyiye hem kötüye kullandı. Senin gibi bir yer daha yok; ama Afrika’nın yeni bir ruha ihtiyacı var. Benim bir hayalim var. Savaşıp birbirimizi öldürmediğimiz, dayanışma içinde birbirimize destek olduğumuz bir Afrika hayal ediyorum. Kadınların erkeklerle eşit muamele gördüğü bir Afrika hayal ediyorum..’’ – Waris Dirie, Anneme Mektup



Haziranda Ölmek...


İki farklı insan, iki farklı düşünce, iki farklı zaman, iki farklı yer ama tek takvim yaprağı 3 Haziran... 

Sevdiğim iki yazar, Nazım Hikmet ve Kafka. Birbirine benzemeyen iki özel insan. Sizlere kalkıp da satırlar boyuncu Nazım Hikmet ile Kafka'yı anlatacak değilim. Zaten haddim değil. Onu geçtim kelimeler yetersiz kalır. Bir yazarı anlamanın, tanımanın, değerini bilmenin en iyi ve en güzel yolu kitaplarını okumaktır... 

Okumazsan Delirirsin

Metro istasyonunda kalabalığın içinde arkadaşımı beklerken bir şey fark ettim ve Sait Faik 'Lüzumsuz Adam' isimli öykü kitabındaki satırlar aklıma geldi, durumu çok güzel özetliyor. 

Kitabında söyle diyordu: '' Kimdir bu sokakları dolduran adamlar? Bu koca şehir ne kadar birbirine yabancı insanlarla dolu. Sevişmeyecek olduktan sonra neden insanlar böyle birbirine geçen şehirler yapmışlar ? Aklım ermiyor. Birbirini küçük görmeye, boğazlaşmaya, kandırmaya mı? Nasıl birbirinden bu kadar ayrı, birbirini bu kadar tanımayan insanlar bir şehirde yaşıyor? '' 

Aslında bu yazının bir sonu yok sadece Sait Faik'i okumanızı dilerim yoksa delirirsiniz... 

Gözdağı ...

Can Dündar'dan Gezi Belgeseli: Gözdağı

Cumhuriyet yazarı Can Dündar, Gezi Parkı direnişi ile ilgili hazırladığı belgeseli tamamladı. “Gözdağı” adını verdiği ve Gezi olayları sırasında gözünü kaybeden 6 gencin öyküsünü anlatan belgesel ilk gösterimi 30 Mayıs’ta ilk kez Caddebostan Kültür Merkezi’nde yapılacak.

Dündar, belgeseli kanallarda yayınlamak yerine bir forum mantığı ile Gezi Parkı direnişinin yıl dönümü olan 31 Mayıs’tan itibaren parklarda, meydanlarda, salonlarda, kampüslerde ücretsiz olarak gösterileceğini söyledi.

Can Dündar, belgeselle ilgili tüm kıtalardan talep geldiğini, global ölçekte yankı bulacağını belirtti. Gözdağı, “Gezi Direnişi’nin 48 saatini ve o 48 saat içinde gözünü kaybeden 6 gencin öyküsünü” ele alıyor. Belgeselde direnişe katılan insanların kaydettikleri görüntülere de yer veriliyor.
 Dündar, “Göze alanların gözünü aldılar. Ama daha milyonlarca göz var. Gezi, herhalde tarihin en çok görüntülenen eylemlerinden biri... Her göz, bir kayıt makinesiydi adeta; her telefon, bir kamera… O yüzden belgesele, çekilen o görüntüleri isteyerek başladık” diyerek tanımladığı belgesel için yaklaşık 1000 görüntünün ellerine ulaştığını söyledi. Dündar, belgesel için şunları dedi:

Gösterimler forum gibi olacak

“İlk kez böyle bir yöntem deniyoruz. Belgeselde medya eleştirisi de var. Kanallardan gelecek sonucu bildiğim için açıkçası teklif etmedim bile. Bu seçenek karşımıza çıktı. Küresel bir iş olacak. Tüm kıtalardan talep aldık. Her yerde ücretsiz gösterilecek. Her bir gösterim forum gibi olacak.”

Geçen bir yılı görüntüleri ve haber çekimlerini ayıklayıp yayına hazırlayarak geçirdiklerini anlatan Dündar şöyle devam etti: “O arada Gezi’yi anlatan çeşitli belgeseller yapıldı. Biz, ana tema olarak “Görme”yi seçtik. Çünkü Gezi, bir anlamda Türkiye’nin kitlesel anlamda görmeye başladığı tarihti. Ve hiçbir eylemde olmadığı kadar fazla sayıda insan gözünü kaybetti. Adeta görenler, göremesin istendi. Biz de onların öyküsünü anlatmak istedik. Gezi’de gözünden vurulanları işledik. Gözünü kaybedenlerin son gördüğü şey, üzerlerine gelen bir plastik mermi veya gaz fişeğiydi. Yani şiddeti, herkesten iyi ve en yakından görmüşlerdi. Ve gözlerini kaybetmelerine rağmen, bugün olup biteni çoğumuzdan iyi görüyorlardı. Gözleri dağlansa da gözdağına boyun eğmemişlerdi. Afişimize onların bu yan yana ve dik duruşlarını yerleştirdik.”

Not: Belgeselin müzikleri Fazıl Say'a ait. Aslında beklediğim bir şeydi gerçek bir sanatçı toplumdan uzak tutamaz kendini. O kadar olaya sessiz kalamaz... Tek temennim bu davranışın diğer sanatçılarında yapması, Sanatsız bir toplum düşünülemez.