Dünya Sanat Günü

     
    Ne kadar da klasik bir başlık dimi... Dünya Sanat Günü evet belki de klasik ve klişe olabilir ama asıl olanda ne anlatmak istediği değil mi?
     Sanırım benim için en yoğun ve duygusal günlerden biri 15 Nisan... Birçok insan için pek bir şey ifade etmiyor haklılar, bu ülkede bu kadar sansür, saygısızlık, anlamsızlık diz boyu iken kim, neyi, ne kadar ifade edecekti ki. Bu kadar özgürlük kısıtlayıcı, dikta, nefret ve kin kokan bir ülkede sanattan ne kadar söz edilebilir dimi?
     Aaa birde insanlar gününü, karnını nasıl doyuracağını düşünürken, nasıl bir şeyler üretecekti ki bu liste uzar gider siyasilerin uzun ve boş konuşmaları gibi oldu sanırım neyse...

Tür : Karma Sergi
  
Ayrıntılar : Ege Bölgesi Görsel ve Plastik Sanatlar Derneği

Uluslararası Katılımlı Disiplinler Arası Karma Sergi

     2011 yılında Meksika'nın Guadalajara kentinde yapılan UNESCO A.I.A.P/17. Dünya Sanat Dernekleri Genel Kurulu'nda Türkiye'yi temsil eden UPSD (Uluslararsı Plastik Sanatlar Derneği)'nin önerisiyle, Leonardo da Vinci'nin doğum günü olan 15 Nisan, ‘‘Dünya Sanat Günü'' olarak ilan edilmiş ve ilk olarak 2012 yılında ülkemizde de kutlanmaya başlanmıştır.

     Ege Bölgesi Görsel ve Plastik Sanatlar Derneği, Dünya Sanat Günü dolayısıyla bu yıl üçüncüsünü düzenlediği, Serdar Yörük küratörlüğünde, 107 sanatçının katılımıyla gerçekleşecek resim, heykel, fotoğraf, seramik, tekstil, enstalasyon, video vb. 150'den fazla eserden oluşan seçkiyi sanat severlerle paylaşıyor.

     Bu yıl ki sergide İzmir, İstanbul, Ankara, Bursa, Uşak, Muğla, Mersin, Sakarya, Eskişehir, Konya, Kayseri, Gaziantep, Antalya, Ordu, Hakkari, Bolu gibi illerimizde üretim yapan, ayrıca Japonya, Rusya, Azerbaycan, Mısır, Kosta Rika, İrlanda, Litvanya, Belçika, Almanya, ve İranlı usta, akademisyen ve genç sanatçıların eserlerine yer veriliyor. Sanatın farklı disiplinlerinden üretim yapan, alanlarında yetkin sanatçıların oluşturduğu disiplinlerarası karma sergiye tüm sanat severleri bekliyoruz.

Yer: AASSM Alt, Giriş ve Üst Kat Galeriler

Ziyaret Saatleri
09.00 - 18.00 (Haftaiçi ve cumartesi günleri açık, pazar günleri kapalıdır.)

Giriş ücretsizdir.


‘Dikbaşlılar: Bilimi ve Dünyayı Değiştiren 52 Kadın’


     Longshot Magazine editörü Rachel Swaby’un kaleme aldığı ‘Dikbaşlılar: Bilimi ve Dünyayı Değiştiren 52 Kadın’, Akın Emre Pilgir çevirisiyle Türkçede yayımlandı.

   Farklı dönemlerden, farklı coğrafyalardan gelen 52 kadının, yaşadıkları tüm olumsuzluklara rağmen bilime tutunuşunu anlatan kitap; Virginia Apgar’dan Barbara McClintock’a, Chien-Shiung Wu’dan Sophie Kowalevski’ye, Hedy Lamarr’a, bilimin ışığındaki mücadeleci kadınlara yer veriyor.

Swaby’nin dikbaşlıları bir yandan DNA’nın yapısını çözüyor, doğanın kanunlarını baştan yazıyor ya da yepyeni bir bilim dalı kuruyor; diğer yandan alay ediliyor, görmezden geliniyor ve hakarete uğruyor.

    Karşılaştıkları haksızlıklara, ayrımcılıklara rağmen bilimden vazgeçmeyen, bilim ve dünya tarihinde önemli rol oynayan 52 kadının hikayesi ‘Dikbaşlılar: Bilimi ve Dünyayı Değiştiren 52 Kadın’, Koç Üniversitesi Yayınları etiketiyle raflardaki yerini aldı.

Kendi Söküğünü de Diken Bir Terzi: Coco Chanel

     
     Onun yaşamı Külkedisi gibi başlayan bir masal adeta. Ancak Cinderella gibi saray merdiveninde unuttuğu ayakkabısının ardından prensi bekleyen bir Külkedisi gibi değil, oturup kendine yeni bir camdan ayakkabı yapan; asi, güzel, kimselere müdanası olmayan, kimilerine göre küstah, kimilerine göre hayranlık uyandıran bir kraliçe… Coco Chanel…

Gabrielle Bonheur Chanel

     1983 yılında temizlikçi bir kadının ikinci çocuğu olarak gözlerini dünyaya şanssız açanlardan biri. Göçebe bir yaşamın savurduğu babası Albert Chanel, at arabası ile kasabalardaki pazarları dolaşarak seyyar satıcı olarak çalışır. Küçük kızın doğumundan 7 yıl sonra anne ve babası evlenirler. Bundan 5 yıl sonra da tüberküloz nedeniyle daha yirmi yaşındayken hayata gözlerini yuman anne Jeanne ardında 5 çocuk bırakır.

Genç annenin ölümünün ardından zaten sorumsuz olan babası erkek çocuklarını çalıştırılmak için tarlalara, Gabrielle ve kız kardeşini de Katolik Manastırının yetimhanesine göndererek ortadan kaybolur. Manastırın sıkı ve disiplinli yaşamı onun ruhu için katlanılmaz bir eziyettir. Bu disiplin ve Katolik inancının zorlu koşullarıyla baş etmek zorunda olsa da Gabrielle buna boyun eğmeyecek, kendi istediği hayatı yaşayacak ve ömrünün sonuna kadar ”Yetimhane” sözcüğünü asla ağzına almayacaktır.

Günümüzde insanlar sunulan hayatı sorgulamadan, zorlamadan yaşamayı tercih ederler. Kader denilen çizgide hayatlarının seyrini değiştirmeden ömürlerini sonlandırırlar. Bazıları da çizginin diğer tarafını merak eden, önüne konulanla yetinmeyen, hırsla ya da azmederek arzuladığı yaşam için savaş verenlerdir. Gabrielle de onlardan biri olacaktır.

18 yaşına gelip de artık manastırda kalmak için yeterince büyümüş sayılan Gabrielle eline geçen bu fırsatı kaçırmayarak kardeşini de yanına alıp Katolik kızların kaldığı, Fransa‘nın Aubazine şehrinde bulunan bir eve yerleşir. 6 yıl boyunca dikiş dikmeyi öğrenir. Terzi olarak işe başlamayı kafasına koyan Chanel, içerisinde Fransız Subaylarının kıyafetlerini diken bir terzide işe başlar. Chanel’in çalıştığı terziye sık sık gelip giden Fransız Subaylarının arasında genç subay Etiénne ile tanışır. İlk görüşte etkilenmişlerdir birbirlerinden. Gabrielle isminin unutulup ‘Coco’ oluşu ve aşkı tadacağı ilk isimdir Etiénne…

Tanıştıkları gün Gabrielle’yi Fransız Subaylarının gittiği Cafe Chantant adlı eğlence mekanına davet eder. Genç kız ilk kez böyle bir mekana gelmiştir. Kadınlar, subaylar, kahkahalar ve sahne…

Etiénne, kendisi için bir şarkı söylemesini istemiştir. Zoraki de olsa sahneye çıkan Gabrielle, ”Qui qu’a vu Coco I’Trocadero? ” (Coco’yu Trocadero’da kim gördü?) şarkısını söyleyerek Coco Chanel olarak ilk kez o gece doğar…

     
     O gece kendisini izleyen ve hayran kalan Etiénne Chanel’e birlikte yaşama teklifinde bulunur ama bu bir evlenme teklifi değildir. Chanel için taşradan kurtulmasının kısa yolu olarak karşısındaki bu adamı görmüş ve teklifini kabul etmiştir. Paris civarındaki Royallieu Şatosu’nda boyun eğmek istemediği yaşam bitmiş, yepyeni bir yaşam başlamıştır.

 PIRILTILI BİR HAYAT SAVAŞI…

3 yıl boyunca Etiénne Balsan’ın yanında gösterişli bir hayat sürse de yine de mutsuzdur. Etiénne’nin çiftliğinde sürekli verilen davetler, ağırlanan misafirler Chanel için uygun değildir.

Bir şapka dükkanı açmak ister Coco, sevgilisi her ne kadar bu isteğini saçma olduğunu düşünse de dükkanı açmasına yardımcı olur. Şatafattan çok uzak, son derece sade olan bu şapkalar kimse tarafından beğenilmez.

Çiftlikte yapılan davetlerden birinde Etiénne’nin arkadaşı, İngiliz üst sınıfına mensup, aristokrat bir aileden gelen Arthur ‘Boy’ Chapel de vardır. O gece birbirlerini gören ve çok etkilenen çift arkalarında her şeyi bırakarak Paris’e giderler. Coco, Etiénne’yi terk etmiştir.

Boy Chapel, Chanel’in yapacaklarına çok inanır ve tasarladığı şapkaların tanıtımı için bir balo düzenler. Balonun baş davetlisi Boy’un dostu Kraliçe Viktorya’nın torunu Prenses Victoria Melita’dır. Prenses, Coco’nun yaptığı ilk şapka olan ve bir türlü satamadığı küçük kırmızı şapkayı takar davette. O günden sonra Coco’nun dükkanı müşterilerle dolup taşmaya başlayacaktır.

HOŞUMA GİDEN ŞEYLERİ MODA KILMAK İÇİN DEĞİL, HOŞUMA GİTMEYEN ŞEYLERİ DEMODE KILMAK İÇİN BU MESLEĞİ SEÇTİM.

1910 yılında 21 tane şapka dükkanı olan Chanel’in lüks ve kişiye özel kıyafet tasarımları gelir ve şapkadan kendi markasını çıkarmaya başlar.

Sadeliğin zarafetinden asla vazgeçmiyor. ”Ben zevksizlikten anlarım” diyecek kadar da kendine güvenen Coco, kadınların tüylü, pullu, devasa şapkalarıyla, korseleriyle, kabarık etekleri, dantelli ve şatafatlı kıyafetleriyle alay ederek küçümsüyor .

Farklılığı ilk anlarda çevresindekilere itici gelmiş, daha sonra da ilgilerini çekip kendini kabul ettirmiştir.

Ona hep destek olan Chapel ile uzun süre mutlu zamanlar geçirseler de Chanel’e hiçbir zaman dürüst davranmadı. 9 yıl sonra aristokrat bir İngiliz kadınla evlendi buna rağmen Coco ile bağlarını hiç koparmadı. Boy Chapel’in araba kazasıyla hayatını kaybettiği gün Coco da onu yalnız bırakmadı ve ardından: ”Onun ölümü benim için büyük bir şok oldu. Chapel’i kaybettiğim gün aslında her şeyimi kaybettim. Hayatta gelebilecek tüm mutlulukları da kaybettiğimi söylemek zorundayım” diye bir açıklama yapar.


MODA SOKAKLARA ULAŞMIYORSA MODA DEĞİLDİR.

Kadınlara pantolonu ilk o giydirdi. Matem rengi sayılan, cenaze törenlerinde giyilen siyahı, modanın baş tacı rengi yaptı. Aristokrat İngiliz erkeklerinin giydiği tüvit kumaştan kendi adını taşıyan ve eskimeyen ceketi yarattı. Tiffany’de Kahvaltı filminde rol alan Audrey Hepburn”ün siyah elbiseli ve inci küpeli hali onun eserlerinden biri oldu. Amele gibi güneşlenmesi önce ayıplandı sonra dünya bronzlaşma modasıyla tanıştı, dev bir sektör doğdu.

Sonra erkekler gibi pijamaya benzer pantolonla dolaşması, ayak bileklerini açığa çıkaran etekleri, spor kıyafetleri, plaj giysisi, denizci kıyafetleri, incileri…

Bütün bunları tarzından ödün vermeden giydi, giydirdi…



ATATÜRK’ÜN İSTEĞİ ÜZERİNE TÜRK ASKERLERİNİ DE GİYDİRDİ.

Sadece dünya kadınlarını değil, Türk askerlerini de giydirdi. 1930’lu yıllarda Atatürk, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin üniformalarını Coco Chanel’e tasarlattı. Vizyonunun ne kadar geniş olduğu tartışılmaz olan Komutan’ın isteği üzerine Türk ordusu 1980’lere dek ünlü modacının imzasını taşıyan üniformalar giydi.


MODA GEÇER, STİL KALIR…

1939 yılında II. Dünya Savaşı başladığı sırada Chanel tüm dükkanlarını kapattı. Yalnızca evinde haute couture giysiler dikerek o dönemi geçirdi. Yalnızlık yılları başladı. İsviçre’ye inzivaya çekildi ve bu sessizlik tam on üç yıl sürdü.

On üç yılın sonunda Paris, moda dünyasında fırtınalar estiren Christian Dior’dan bahsediyordu. Bu haberle çekildiği inzivadan çıkan Chanel, Paris’e döndü. Gece gündüz çalışarak yeni modellerini yarattı ve garip bir şekilde Chanel’in yeni modelleri Amerika’da çok tutuldu. Fransız basını tarafından yaşlı bulunsa da Chanel’in şık ve rahat tasarımları sokaklarda yeniden hayat buldu.

Modernlikten ve şıklıktan farklı beklentileri olanları umursamadan moda dünyasında Chanel kendi damgasını çoktan vurmuştu.”Moda geçer, stil kalır” derken günümüze kadar uzanan çizgisi ve ona sadık bir kesim hep olmuştur.

    PAZAR GÜNLERİNDEN HEP NEFRET EDERDİ…

     Aşkta aradığını bulamayan Chanel, kendini işine verdiği günlerde bile hep aile özlemi çekti. Pazar günlerinde şahit  olduğu mutlu aile tablolarını hep çalışarak unutmaya çalıştı.

1971’de 87 yaşında son zamanlarında kaldığı Hotel de Ritz’deki odasında, belki de Tanrı’nın bir kıyağı ile nefret ettiği pazar günü hayata veda etti.

Küçük yaşlarda yaşadığı çaresizlikler, fakirliği ve ezilmişliği yaşayıp bunların acısını kat be kat çıkarabilenlerden…

Yaşarken efsane olan, hayattayken Hollywood‘un onun yaşamını müzikal yaptığı, kitaplara ve filmlere konu olan, hayata hep kafa tutanlardan…

Ailesinden ve geçmişinden asla bahsetmeyen, iş yaşamında erkeklerle bile boy ölçüşen, dünyaya ayak uydurmak yerine kendi dünyasını kuranlardan…
   Sabit dönen bir atlı karıncada olmayı kabul etmeyip, ayaklarını kanatarak nallarını söken vahşi bir atın öyküsü gibi onun yaşamı. Öyküsünü özgürce bitirenlerden biri Coco Chanel…-ALINTIDIR-


Erkeklerin Dünyasında Direnen Bir Kadın Ressam: Rosa Bonheur





















“Modern sanat öncüleri olarak kanona dâhil edilen isimlerin tümü erkektir”

      Büyük ölçüde erkeklerin alanı olan kamusal alana dâhil olan, kendisini erkin dünyasında kabul ettiren bir ressam Rosa Bonheur. Rubens’in çizimlerinden etkilenerek başladığı eskizlerle birlikte, desen ustası babasının desteğini de alarak gerçekçi ve natüralist resimler üretmeye başladı. Kadınların sanat alanına dâhil edilmediği bir dönemde; kendi imkânıyla bir şeyler üretme gayretinde olan biri için, bu durum hiç de kolay değildi. Aristokrasinin yıkılışı ve burjuvazinin yükseldiği bir dönemde kadınların nü resimler yapması, dahası canlı bir nü modelle çalışması yasaktı; bu durum, kadınların akademiye katılmalarına da engeldi. Kadınların çalışmalarının ana temasını, yine sıkıştırıldıkları evlerin odaları oluşturuyordu. Tıpkı, Morısot ve Cassatt’ınki gibi…
Berthe Morisot -Mary Cassatt 
   Sanat akademisinin koşulları, özellikle canlı çıplak modelden çalışmaya verdiği öncelik, saygın kadınları “büyük sanat eseri” yaratmasından mahrum bırakıyordu. Linda nochlin
    Rosa’nın babası Raimond, Saint- Simon derneği üyesiydi ve kadınların özgürleşmesini savunuyordu. Hatta o dönem kadınlar için yasak olan pantolonu, özgürleşme için bir simge haline getirmişti. Yükselen burjuvazi ile birlikte nü’nün yerini doğa resimleri almıştı. babasının fikirlerinden etkilenen Rosa; geleneksel kadın kıyafetlerini çıkardı, saçlarını kısacık kestirdi. Ayağına geçirdiği botlarla dağlarda doğal yaşamı resmetmeye başladı.
     
      Rosa’nın natüralizm anlayışı ve hayvanları kendine özgü karakteriyle verebilmesi dönemin burjuva kesimini oldukça etkiledi.  Ancak onun giyim tarzı dönemin ahlak anlayışına hitap etmediği için, kadınsı olmamakla eleştirildi ve aşağılandı. Eleştirilere verdiği cevapla kadınlara sunulan alanları trajik biçimde anlatmaya çalışsa da, kendisine karşı yüklenen bakış açısını değiştiremedi.“Yani beni böyle giyinmiş görüyorsanız, bu birçok kadının değindiği gibi, ilginç görünmek için değil, işimi kolaylıkla yapabilmek içindir. Unutmayın ki bir dönem bütün günümü mezbahada geçirdiğim oldu. Öyle kan gölü içinde çalışabilmek için insanın kendisini gerçekten sanatına adamış olması gerekir. Ayrıca atlara büyük ilgim var, atları görmek içinde panayıra gidilir, değil mi? Sonuçta kendi cinsimin giysileriyle rahat edemeyeceğimi anladım. İşte bu yüzden Polis Şefliği’nden erkek giysileri giyebilmek için izin istedim.”

     Rosa Bonheur, Seçmek zorunda kaldığı konular yüzünden oldukça kötü şartlarda çalıştı. Popüler beğeniye yönelik ürettiği eserleriyle(hayvan resimleri burjuva kesim arasında popülerdi); Paris Salonu’nun birincilik madalyasını ve Onur Nişanı’nı kazandı. Yaşadığı dönem için bir ilk olan Rosa ödülleri alsa da kendisine dayatılmaya çalışılan Viktoryan Ahlak’ı reddetti.  Kendinden emin ve kararlı tavrıyla, erkeklerin dünyasında var olma savaşını kazandı.   -Alıtıdır-